BAŞ EDİTÖR YARDIMCISI

GİZEM YAPICI

“Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar. Başına gelen her şeyi onların aracılığıyla görür ve hayatını  anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır…”

 Jean-Paul Sartre, Bulantı

Her şey olmak isteyen ve ‘hiçbir şey’ olmaktan korkanların sanatçı olduğuna inanırım. İnanmasam, yazar olmazdım. Hayatımda anlattığım ilk hikâye, her insan gibi doğduğum andı. Kayıt altına alınan ilk anlatımım ise henüz iki yaşındayken doğaçlama  anlattığım masalım.. “Bir yokmuş, bir yokmuş…” diye başlayan ve kral amcanın hayatını anlatan masalımla, dünyadaki ilk eserimi oluşturmuş mu oluyordum? Belki de doğruydu ve birçok şey atalarımızdan geçiyordu. Öyleyse divân şairi olan büyük büyük dedem Seyyid Mehmet Emîn Efendi’ye bir teşekkür borçluydum.

            Konuşmaya 8 aylıkken, okuyup yazmaya ise 6 yaşımda başladım. Birinci sınıftayken, biz okudukça öğretmenimizin içini boyadığı elmalardan ilk benimki kızarmıştı. Cennetteki yasak meyve timsali gibi; o elmanın tamamlanmasıyla birlikte, artık ben de okuma ve yazma dünyasına düşüvermiştim. Bugün koleksiyonumda hâla sakladığım klasik hikâyeler setim, benim kendi başıma okuduğum ilk seriydi. Sadece okumakla da kalmıyordum: ‘Parmak Çocuk’ kitabımın üzerinde, ceviz kabuğundan yatak ve fındık kabuğundan koltuk yaptığım elma kurdumu besliyordum.

 Okul hayatımın çoğu, ders çalışmayarak ve bir şeyler çizerek-yazarak-okuyarak geçiyordu. Her şeyi okumak istiyordum; dünyadan geçmiş tüm hikâyeleri bilmek… Birkaç resim ve edebiyat  yarışması kazandığım da oldu ama kitaplar, benim vaktimin çoğunu alıyordu. Bazen günde bir kitap bitirdiğim bile oluyordu. Tabii ki ne yaparsam yapayım, dünyadaki tüm hikâyelere hâkim olamazdım; hepsini bilmem imkansızdı ama boşlukları neden kendim tamamlamıyordum? Tam da o sıralarda, bu isteğimin gerçekleşmesini sağlayacak bir şey oldu. Yaşadığımız ufak sahil kasabasında bir kafe açmaya karar verdik. Yan dükkan halk kütüphanesiydi, birkaç dükkan ötede ise bana cebimdeki her paraya kitap verebilen ve güzel önerilerde bulunan bir sahaf vardı. Her gün genellikle Rus Edebiyatı ve klasik eserler okuyordum. Yaşıma göre biraz ağır geliyor olabilirlerdi ama içine girebildiğim dünyalardı. Derken, müşteriler gelip gittikçe onlara hikâyeler kurgulamaya başladım. Şurada oturan adam bir ajan olabilirdi, buradaki çift aslında ayrılık konuşması yapıyordu ya da şimdi içeri giren genç, birazdan başından geçen tuhaf olayı anlatacaktı… Tüm gün gizlice gözlem yaparak, onlara muhtemel hayat hikâyeleri yazarken zaman geçip gidiyordu.

 

            Üniversite dönemi geldiğinde, bir arkadaşımın girdiği bölümü duydum: Dramatik Yazarlık. Yaşadığım yerde ilk yılı olan bir bölümdü ve tam bana göreydi. Zaten ders çalışmak ve başka bölüm kazanmak istemiyorum; hemen yetenek sınavlarına hazırlanmaya başladım.

Ara sıra ona kitap da okuyordum; tabii ki kağıttan çizdiğim bebeklerden oluşan sınıfımdan ya da çalıp çalıp bahçeye getirdiğim hayvanlarıma anlattığım masallardan zaman kalırsa…

         Çocukken her şey olmak istiyordum: Bir ay müzisyen, bir sonrakinde veteriner, ressam ya da yarışma sunucusu… Kendi başıma kurguladığım oyunlar, tüm gün hazırlanıp da akşam canlandırdığım yarışmalar, anlattığım hikâyeler: Acaba her şeyi aynı anda olmanın yolu nereden geçiyordu? Hepsini birden olamazdım ama hepsini birden yazabilirdim. Hatta asla olamayacağım ya da dünyada asla var olamayacak şeyleri bile! İşte bir gün, bir hikâye olamasam da; bir hikâyenin içinde yaşayamasam da birçoğunu yazabileceğimi anladım.

Karıncaların önüne şeker koya koya büyüdüğüm yıllarda, dünyadaki her hikâyeye hayran oluyordum. Evet; insanlarınkine bile. Biz sadece kelimelere saplanıp kalmışken, her şey nasıl da bir hikâye anlatıyordu öyle! Bir insan, bir kuş, bir kedi ya da bir ağaç: Hepsinin kendi tarzıyla anlattığı hikâyeler vardı ve her biri aynı değerdeydi. Sadece durup bir yere bakmak, sadece bir çiçek olarak açmak bile kelimelerin ötesinde bir şey anlatıyordu. Biz ise bu hikâyelere basitçe hayat diyorduk ve böylece geçiştiriyorduk ama oralarda saklı bir şeyler vardı ve ben onları bulup da tek tek anlatmak istiyordum.

 

. Birkaç  sözlü ve yazılı aşamadan geçtikten sonra, yüzlerce kişinin içinden ikinci olduğum yetenek sınavlarıyla okuluma girdim: Kocaeli Üniversitesi- Güzel Sanatlar Fakültesi/ Sahne Sanatları- Dramatik Yazarlık ASD.

 

            Tıpkı uzun ve havalı ismi gibi, orada okumak ve bir sanatçı olarak o derslere girmek de çok keyifliydi. Bazen bir hikâye yazıyor, bazen bir tiyatro oyunu inceliyor; epey bir aylaklık ediyor ve diğer bölümlerin derslerine girebiliyorduk, onlara yardım edebiliyorduk. Böylece kostüm çiziminden sahne ışıklandırmaya kadar birçok detayı da öğreniyordum. Okul hayatım ve kendi hikâyem devam ederken, ilk freelance işlerime de başlamıştım. Başta dizi senaryosu ve makale yazımıyla başlayan bu işler, yıllar geçtikçe çocuk kitaplarına ya da editörlüğe evrildi. Editörlük, aralarında en sevdiğimdi: Bir hikâye kurgulamayı ve yazmayı biliyorsan, başkalarının hikâyelerini düzenlemek de sana göre çok kolay ve eğlenceli olabiliyordu.

 

            Birçok teklif almama rağmen, yaşadığım şehirden ve konfor alanımdan çıkmak istemiyordum. Buna bazı özel nedenler de eklenince, küçük sahil kasabamda kalarak freelance çalışmaya devam ettim. Okuldan mezun oldum, yeni insanlar tanıdım, farklı alanlara atıldım; gün geçtikçe büyüdüm, değiştim ve geliştim.

Burası, bugüne dek karşılamadığım harika bir sisteme sahip. Türkiye’de bir ilk olan Edebiyat menajerliği ve herkesin eşit olduğu çalışma sistemiyle, freelance çalışanlar için bulunması zor bir değer. Burada kendimi yeniden okula girmiş gibi hissediyorum. Değerli görüldüğüm, şimdiden bir parçası hissettiğim, içinde olmak istediğim ve çok daha güzel şeylere gebe olduğunu düşündüğüm bir ekipteyim. Şimdi, başkalarının hikâyelerini dünyaya duyurmak için herkesin elinden geleni yaptığı  bir masalın orta yerindeyim!

BİLGİLİ EDEBİYAT MENAJERLİK OFİSİ BAŞ EDİTÖR YARDIMCISI GİZEM YAPICI